Dünya birkaç gün önce, Birleşmiş Milletler'in (BM) bugünü kutlamayı onayladığı 1993 yılından bu yana kesintisiz devam eden bir gelenekle ‘Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nün ilanının otuzuncu yılını kutladı. Bu özel gün, ‘basın özgürlüğünün temel ilkelerine bağlı olarak hizmet edilmesi, gazetecilerin görevlerini yerine getirirken bağımsızlık ve korunma haklarının savunulması gerektiğinin hatırlatılması, medyanın halka hizmet etmedeki hayati rolünün vurgulanması ve kamu yararının teşvik edilmesi’ üzerinde durularak her yıl 3 Mayıs günü kutlanıyor.
Dünya Basın Özgürlüğü Günü’nün kutlanması, medya rollerine çeşitli gölgeler düşüren ve onları ciddi şekilde etkileyen hızlı değişimlerin ışığında, basının ve genel olarak medya endüstrisinin maruz kaldığı baskılardan bahsetmek için önemli bir fırsattı.
Bu nedenle, Dünya Basın Özgürlüğü Günü’ne eşlik eden araştırma ve analitik yaklaşımlar, medya endüstrisinin geçtiğimiz dönemlerde karşı karşıya kaldığı ihlallere ve kısıtlamalara dikkat çektiler. Medya özgürlüğünün zarar gördüğü ve kamunun, kurumların ve çeşitli toplumların genel çıkarlarıyla doğrudan ilgili olan endüstrinin rolünün zorluklarla karşı karşıya olduğu konusunda bir fikir birliği var gibi görünüyordu.
Kendi adıma, medyanın son dönemde insanlığın tanık olduğu ve bunların yansımalarının halen mevcut ve günümüze kadar etkili olan ‘dört krizi’ ele alma biçimini gözden geçirmeye çalışacağım. Medyanın bu krizlere verdiği tepkinin, o dönemde gazeteciliğin yaşadığı kısıtlamaları ve baskıları açıklayacağını umuyorum.
İlk kriz Kovid-19 ile ilgili. Medyanın bu salgına tepkisini değerlendirirken çok şey söylenmiş olsa da bunun için en iyi başlık şu olabilir: Bilgi salgını
Evet. ‘Bilgi salgını’ bazen salgının kendisinde somutlaşan doğal salgından daha ölümcüldü. Bu duruma yaklaşan güvenilir araştırmaların ve anketlerin çoğu üzücü bir sonuca vardı. Yanlış bilgiler orman yangını gibi yayılırken, halkın tehlikeli olayla ilgili temel gerçeklere yönelik tutumları çarpıtıldı. Medya, gerek gelişmiş ülkelerde gerekse gelişmekte olan ülkelerde ciddi baskılara ve kısıtlamalara maruz kaldığı bir dönemde, üzerine düşen rolü sorumlu ve etkin bir şekilde oynayamadı.
İkinci kriz ise Rusya-Ukrayna savaşıyla ilgili olarak küresel medyanın tepkisi: Açığa çıkma ve dönüş.
Müreffeh bir geçmişe ve zengin deneyimlere sahip Batılı medya sistemlerinin performansı, ‘bir Avrupa ülkesinin işgali’ şoku altında bozularak gizli kusurları ortaya çıkardı ve mesleki ve etik düzeyde ilkel uygulamalara geri döndü. Bu uygulamalar, medya özgürlüğü ilkeleriyle bağdaşmaz ve onun mesleki mirası, gazetecilik literatürü ve sözde ‘ilham verici’ rolüyle hiçbir tutarlılığı yoktur.
Sudan ordusu ile Hızlı Destek Kuvvetleri (HDK) arasındaki çatışmayla somutlaşan üçüncü kriz, medyanın durumu ve basın özgürlüğü ile ilgili talihsiz bir gerçeği ortaya çıkardı. Medyanın bu krize tepkisine bir başlık koymaya çalıştığımızda, muhtemelen şu sözcüklerinden başka bir şey bulamayacağız: Tutarsızlık ve karanlık.
Bilginin bir saniyede bol bol ve akıcı bir şekilde aktığı bu dünyada, iki büyük ve entegre medya sisteminin (geleneksel medya ve yeni medya) ışığında, kriz hakkında karar vermek veya fikir oluşturmak için kullanılabilecek çok sınırlı sayıda ‘gerçek’ vardı.
Sudan krizinin her iki tarafı, ilgili destekçileri, gazeteciler, ilgili taraflar, sıradan insanlar, kurumlar ve hükümetler, bu kriz ve detayları hakkında ‘tonlarca bilgi’ yayınladılar. Ancak hiç kimse sahada neler olup bittiğine dair doğru bir açıklama elde edemedi.
Önceki üç krizde yaşananların aksine, bu yılın başlarında Suriye ve Türkiye'yi vuran depremle ilgili dördüncü kriz, medyanın büyük kriz ve olaylara eşlik eden performansına olan güveni yeniden tesis etmek için iyi bir fırsattı. Bu krizde habercilikle ilgili gazetecilik sistemleri, uygun miktarda profesyonel ve etik standartları karşılamada büyük ölçüde başarılı oldu. Haberleşmeyi engelleyen baskılar ve kısıtlamalar da net bir şekilde geriledi. Başarılı habercilik, halkın felaketle ilgili bilgisini artırdı ve profesyonel olmayan müdahalelerden belirli bir ölçüde bağımsız olan bir kamuoyunu netleştirdi.
Kovid-19’u kapsayan ‘bilgi salgını’, Rusya-Ukrayna savaşı yaklaşımında ‘açığa çıkma ve dönüş’, Sudan krizine paralel ‘tutarsızlık ve karanlık’ ve diğer yanda Doğu Akdeniz deprem krizinin görece sorumlu bir şekilde haberleştirilmesi arasındaki şifreyi aradığımız zaman şu iki kelime karşımıza çıkacaktır: Çıkar çatışması.
İlk üç krizin taraflarının, onların destekçilerinin ve bunlara bağlı medya kurumlarının ve mekanizmalarının çatışan çıkarları nedeniyle, medya kapsamının nüfuz edilebilirliği arttı. Basın özgürlüğü, ilke ve etikleri açıkça etkilenirken deprem krizi, insani doğası gereği çıkar çatışmalarının gereklerine daha az uygundu. Bu durum, halen bir dereceye kadar kırılganlıktan mustarip olan uluslararası medya sistemini ortaya koyuyor.