Filistin Sorunu, “The Palestinian Question” ifadesini kullanan uluslararası forumlar dışında pek yaygın olmayan bir ifade, Arap dünyasında ortak olan ifade Filistin davasıdır.
Yaygın olmayan ifade ise İsrail sorunudur, çünkü çoğu durumda tarihsel olarak 19. yüzyıldan bu yana Yahudi sorunu olarak biliniyor.
Yahudi sorunu ifadesi de İsrail Devleti'nin kurulmasından sonra uluslararası siyasi literatürden neredeyse kaybolmuş bir ifadedir.
İsrail ve Yahudiler bunun yerine “Antisemitizm” gibi özel ifadelerle yetindiler. Böylelikle Hz. Nuh’un oğlu Sam’ın soyundan olduğuna inanan herkesi inkar edip, bu kökeni Yahudileştirerek tekellerine aldılar.
“Sorun” sözcüğü cevap arayan sorudan değil, çözüm arayan ikilemden türemiştir. Şu anda “Filistin-İsrail meselesi” küresel siyasi literatürde liderlerin söylemleri, araştırma merkezlerinin çalışmaları ve basındaki makaleler ile birlikte çözümün Arapların İsrail ile ilişkilerinin “normalleştirilmesinden” geçtiği düşüncesi ile güçlü bir şekilde iç içe geçmiş durumda. Bu sırada karşılıkta bulunma ve İsrail'in de en azından bu aşamada Filistinlilere tatmin edici ve yeniden barış yoluna girmek ve müzakere sürecini başlatmak için yeterli tavizler vermesine dayalı bir mantık inşa edildi.
Bütün bunlar, Suudi Arabistan’ın başlattığı inisiyatifleri ve 120 yılı aşkın süredir devam eden en karmaşık uluslararası sorunlardan birinde taşıdığı sorumluluğu da içeren “Yeni Suudi Arabistan dönemi” ile ilgili önceki makalelerimizde söylediklerimizle büyük ölçüde örtüşüyor. Bu 120 yıllık sorunun 70 yıldan fazlası şu ya da bu şekilde şiddet ve silahlı mücadeleyi içeriyordu.
Burada çağrıda bulunduğumuz şey, dünyanın çok değiştiği ve ister savaş ister barış konusunda olsun, önceki çözümleri kopyalamanın artık yararlı olmadığı gerçeğine dayanıyor. Çünkü Ortadoğu bölgesinde barış ve istikrar hedefine ulaşmak, 21. yüzyıl dünyasında yaşayabilmek için radikal reform ve toplumsal değişim yolunu izleyen tüm bölge ülkeleri için bir zorunluluk. Çağrımız aynı zamanda Arapların ve Filistinlilerin İsrail ile olan çatışmasının demografiden çok coğrafyaya ve orada yaşayan insanlardan çok bölgeye odaklandığı gerçeğine dayanıyor. Ürdün Nehri ile Akdeniz arasında yarısı Arap, diğer yarısı Yahudi olmak üzere yaklaşık 13 milyon insan yaşıyor.
Arapların birincisi işgal, ikincisi Gazze ile Batı Şeria’daki otoriteler arasındaki iç bölünme nedeniyle bir devletleri yok. Gerek Gazze gerekse Batı Şeria, İsrail dahil olmak üzere dış dünyayla kendi bağımsız dış ilişkileri olan bağımsız bir otorite tarafından yönetiliyor. Diğerleri yani İsrailliler ise dağıldıkları ülkelerde zulümlere uğrayan büyük bir grup dünya Yahudisini 2 bin yıldır anayurtları olduğuna inandıkları tek bir vatanda toplama mucizesini başardılar.
Hem Filistin hem de İsrail toplumları artık seküler, sivil reformcular ile eski zamanları anan farklı dini ideolojilere mensup olanlar arasında tarihi bir ayrışma süreci yaşıyor.
Filistinli Hamas ve İslami Cihad örgütleri ve din ile siyaseti birbirine karıştıran diğer İslamcı gruplar, geçmişte İsrail'de var olan Mafdal ve Şas partilerinden çok da farklı olmayan, ancak bugün Itamar Ben Gvir liderliğindeki “Yahudi Gücü” ile Bezalel Smotrich liderliğindeki “Dini Siyonizm” partilerine daha yakın aşırı dinci Selefiliğin çeşitli biçimlerini benimsiyorlar. Hem Filistinli hem de İsrailli gruplar “Oslo Anlaşmaları”nın ve iki devletli çözüm projesinin reddedilmesi konusunda benzer pozisyonlara sahipler. Arzuladıkları devletin, sadece halklarına ait ve başka hiç kimsenin var olma hakkına sahip olmadığı bir devlet olduğunun büyük bir vurguyla altını çiziyorlar.
Her iki grubun da Filistin-İsrail sorununa çözüm bulma niyeti yok. Tam tersine, anlaşma veya uzlaşı ve tabii ki uygulama çemberine giren her çözümü baltalamaya hazırlar. Bunu sağlamak için de şiddet, yerleşme yerleri inşa etme ve ötekinin varlığını inkar yollarına başvuruyorlar.
Geçtiğimiz 30 yılda kaydedilen ilerleme, Kudüs ve Batı Şeria'nın C Bölgesi'ndeki yerleşim yerleri inşasının hızlanması, Batı Şeria ve Gazze'deki Filistinlilerin yanı sıra İsrail içindeki Filistinlilere karşı da ırkçı ayrımcılığın (apartheid) çeşitli biçimleri ile sürekli uygulanan baskı nedeniyle sekteye uğramaya başladı. Öte yandan, son 20 yılda meydana gelen 5 “Gazze savaşı” dizisi, her iki taraftaki iki aşırı gruba siyasi destek ve seçimler veya her iki taraftaki güç gösterileri yoluyla siyasi kontrol sağlamak için her zaman yeterliydi.
Gerçek şu ki Krallık, Filistin ve İsrail tarafları arasında barışı sağlamaya çalışıyor.
Filistin Ulusal Otoritesi nezdinde bir büyükelçi atamak, yardımların yeniden başlamasının önünü açmak, uluslararası toplumun ve Arapların üzerinde mutabakata vardığı slogana bir geri dönüş mesajıdır. O slogan da şudur; Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ), Filistin halkının tek meşru temsilcisidir ve Filistin Ulusal Otoritesi de uygulamada tek otoritedir. Hac ve uçuşlar konusunda kolaylıklarının sağlanması ve Suudi Arabistan’ın her zamanki cömertliğini ifade eden nazik jestler, İsrail'deki sivil hareketler üzerinde etkili oldu. Bunun aksine iktidardaki gergin dini gruplar tarafından ise öfke ve isyanla karşılandı. İleriki zamanlarda seçimlerin şiddeti reddeden, barış ve uyumu savunan liderler çıkarması için siyasi ortamı güçlendirecek daha somut adımlarla Suudi Arabistan’ın bu jestlerini sürdürmesi faydalı olacaktır. Diplomatik diyaloğa hazırlık olacak bu aşamada, Filistin Ulusal Otoritesi’nin güçlendirilmesi, başta Filistinli lider Mervan Barguti (Bergusî) olmak üzere Filistinli tutukluların serbest bırakılmasını, iki devletli çözümü destekleyen ve bölgede istikrarın sağlanması çağrısında bulunan tüm İsrail güçlere daha fazla açılmayı gerektiriyor. Bu konu daha birçok detay içeriyor.