Toplumlar doğruyu yanlıştan ve kabul edilebiliri kabul edilemezden ayıran bir standart oluşturmaya alışkındır. Bu standart genellikle kendi kültürünü ve görüşlerini toplumsal dokudaki diğer bileşenlere dayatan hâkim bir kesim tarafından belirlenir. Daha sonra, egemen sınıfın kültürel söylemi ve sosyal değerleri temel kimliklerine dayalı olarak sınıflandıran ve toplumdaki diğer kimlik oluşumları karşısında üstün konuma geçmesini sağlayan standartlarını empoze edip bu hegemonyanın meşrulaştırıldığı sistematik kültürel bir söylem inşa edilir.
Üçüncü Dünya olarak tanımlanan toplumlarda mezhepçilik ve kabilecilikten çok söz edilmektedir ve siyasi ve toplumsal elitler, bu toplumları temsil etmeyen tek taraflı bir söylem dayatmakla suçlanmaktadır. Ancak hakikat bize, bir ‘güç standardı’ empoze etme fikrinin, Batı tarafından benimsenip Üçüncü Dünya toplumlarındaki mezhepçilik ve kabile sınıfçılığı düzeyini aşacak şekilde dünyaya dayatılan bir şey olduğunu göstermektedir.
Irksal farklılık Batı’daki (Avrupa ve Kuzey Amerika) en önemli sınıflandırma modelidir. Batı’da dayatılan gerçekliğe göre kültürel söylem ve normatif değerler beyaz ırkın üstünlüğüne dayanmaktadır. Bu yaklaşım, egemen grubun düşünce ve davranış modelinin yalnızca toplumun bileşenleri tarafından kabul edilmesi gerektiğini değil, aynı zamanda anormal durmaması için geri kalan bileşenlerin takip etmesi ve taklit etmesi gereken baskın ve ‘doğal’ bir model de olması gerektiğini savunur.
Yaygın ego, üstün ırk olduğunu düşünen tarafın ‘ene’ yani benlik duygusudur ve ona göre geri kalanlar onun liderliğini takip etmelidir.
Sadece egemen unsur, kültürel ve toplumsal değerleri kökten değiştirme ve bunlara aykırı düşünenleri sorumlu tutma gücüne sahiptir. Bu nedenle, siyahilerin köleleştirilmesi ve baskı altına alınmasından insan hakları gibi söylemlerin “Siyahilerin Hayatı Önemlidir” hareketinin yükselmesine doğru evrildiğini ve bu hareket için medya baskısına öncülük edenlerin beyaz seçkin kesiminin üyeleri olduğunu görüyoruz. Aynı durum, eşcinsellik meselesinde de geçerli. Tam bir reddetme yaklaşımından, üstün tarafın öncülüğünde medya baskısının artırılmasına doğru bir geçiş söz konusu. Burada mesele siyahilerin, eşcinsellerin ya da diğer toplumsal bileşenlerin hakları değil, daha ziyade ve daha önemlisi, Batı toplumunun dünyanın geri kalan ülkelerine dayattığı değer sistemini belirleyen kültürel egemenliği tekeline almasının ve bu değer sisteminin dışında kalanları suçlamasının yarattığı tehlikedir.
Kendisini üstün ırk olarak görenlerden bazıları, “Ötekini kabul ederiz, ona hoşgörülü davranırız ve onu sıcak bir şekilde karşılarız” gibi ifadeler kullanarak ‘baskıcı değilmiş’ gibi görünebilirler. Ancak burada kullanılan dil, hoşgörü iddiasında olanların bile içinde yatan ırkçılığı açığa çıkarmaktadır! Nitekim sadece ‘biz’ öznesine ‘öteki’ni kabul etme/hoşgörülü olma/sıcak karşılama’ hakkını vermek, ötekinin üstün unsurdan ‘ötekiliğini’ teyit ederek bütün toplumun esas unsuru olarak görülen ‘ben/biz’in üstünlüğünü vurgulamaktır. Bu, özellikle bir ihsanda bulunuluyormuş gibi ırkçılık yapılmamasının savunulduğu durumlarda iyice açığa çıkmaktadır. Zira böyle anlarda ırkçılığın yapılmaması etik, inanç veya hatta yasal bir zeminde kaçınılan aşağılık bir davranış olarak değil, vazgeçilen bir hakkın ifadesi olarak sunulmaktadır. Bu sırada ezilen ırkın bazı üyeleri, kabul edilme umuduyla üstün ırkın kültürünü ve söylemini benimseyerek kendisinden daha büyük olan ‘benliğe’ ‘eklemlenmeye’ çalışmaktadır.
Burada aslında üstün unsurun onları yerleştirdiği aşağı çerçeveyi kabul etmiş ve böylece gruplarının böyle aşağılayıcı bir şekilde çerçevelenmesini daha da meşrulaştırmış olurlar. ‘Mağduru suçlama’ çerçevesine giren bu durumda üstün olmayan diğer ırklar düşük konumlarından sorumlu tutulurlar.
Pek çok Arap aydınımızın içine düştüğü kültürel yanılgı işte burada yatmaktadır. Üstün ırk söylemini benimseyen biri, kendisinin bu üstün kesimin bir parçası haline geldiği ya da en azından artık alt kesimden olmadığı zannına kapılır ve bu yüzden üstün tarafın söylemini esas üyelerinden daha fanatik bir şekilde savunur! Hatta daha da ileri giderek kendi kesiminin üyelerine karşı genel sloganlar benimser. Sanır ki, üstün tarafa göre ‘öteki’ olan ‘kendi benliği’ ile işe başlarsa, üstün ırka has olan ‘benliğe’ entegre olabilir ve böylece sosyal ve/veya toplumsal bütünleşmeyi sağlar. Ancak bu hevesli arkadaşın ıskaladığı şey, kendisine içinde yer olmayan kapalı bir dairenin kapısını zorluyor olması. Çünkü sistemine girmeye çalıştığı ‘benlik’ öyle herkesin içine girebileceği umumi bir şey değil, özel bir şeydir. Bu nedenle, onun çerçevesine girmekte ‘başarısız olanları’ suçlamadan önce söylemini eleştirmeye, genişletmeye ve içindeki çeşitlilik fikrinin kökenini tanımaya çalışmalıdır.
Bugün uluslararası kuruluşların insan haklarına ilişkin söylemlerinde de buna tanık oluyoruz. Bu haklar belirli gruplara indirgenerek onların yararına yönlendirilmiştir. Beyazların standartları medyada bu grupları öne çıkarmış ve bu sırada insanlıkla ilgili daha acil olan birçok sorun yerine sahneye bu gruplar hâkim olmuştur.
Burada amacımız hiçbir meseleyi küçümsemek veya hiçbir grubun haklarını inkar etmek değil. Esas olarak, pek çok topluma kendilerinden ve kültürlerinden olmayan bir söylemle dayatılan ben bilirim otoritesi gibi temel bir soruna ışık tutmaya çalışıyoruz. Dışlamayla tehdit etme veya insan haklarını ihlal etmekle suçlama süreci, yalnızca, sistematik kültürel bir söylemin ve belli bir grubun standardını Batı’ya ve oradan dünyanın geri kalanına empoze eden bir medya makinesinin ürünüdür.