Hazım Sağıye
TT

Daha geniş Arap ve uluslararası kapsamıyla Gazze savaşı

Bazı liberalleri milliyetçiliğin yasını tutmakta ve onun ölümünü duyurmakta acele ettikleri için eleştiren eleştirmenler yanılmıyorlar. Bugün ünlü Platoncu metaforu biraz değiştirerek kullanırsak, geçen yüzyılın doksanlı yılları bize nesnelerin kendisiyle değil, gölgeleri ve cansız ışıklarıyla dolu bir mağarada yaşamak gibi görünüyor.

Ancak Soğuk Savaş döneminde Arapların ve geri kalan üçüncü dünyanın bildiği şekliyle milliyetçilik ile bugünkü milliyetçilik arasında büyük bir fark var. İlk milliyetçilik, ulus-devletleri aşan bir "Arap halkını" birleştiren yeni bir ulusal kimlik çağrısında bulunarak daha küçük kimlikleri gizlemiş ve bastırmıştı. İkinci milliyetçiliğe gelince, mevcut kimlikleri vurguluyor ve bu da, söz konusu kimliklerin tam da onun hedefi ve nihai durağı olduğunu söylemeye teşvik ediyor. Bu nedenle, ikinci milliyetçilik kelimenin en dar anlamıyla bir etnik milliyetçiliktir; o kadar ki kendisi de “milliyet” veya “ulus” ifadesini nadiren ve mecazi anlamda kullanır. Mevcut devletlerden daha büyük, vaat edilmiş, birleşik bir devlet çağrısı yapmak yerine, çağrıda bulunduğu veya hayal ettiği şey daha küçük özerk bir devlettir. İki milliyetçilik arasındaki bir diğer fark da “düşman”dır ve milliyetçilik düşmanlar olmadan yaşayamaz. İlk versiyonunda düşman bazen Batı, bazen de “emperyalizm” ile özdeşleştirilen sömürgecilikti ve gölgeleri İsrail'de toplanmıştı. İkinci versiyonuna gelince, doğrudan düşmanını “sömürgecilik” ile kendisine karşı ittifak kurabileceği en yakın komşusu olarak belirler ve bu sömürgeciliğe de sadece düşmanı ile ittifak kurduğunda düşman olur.

İlk milliyetçiliğin birkaç Arap ülkesinde iç çatışmaları tetiklediği ve söz konusu çatışmaların zirvesinin 1960'lı yıllardaki Yemen savaşı olduğu doğru ancak bunlar, yükselen milliyetçilik sürecinin bir yan etkisi olarak sunuldular. Bu çatışmalara aynı zamanda gerçeği az çok kamufle eden ve gizleyen etiketler de verildi. Mesela "ilericilik ile gericilik" ya da "birlikçilik ile izolasyonculuk" veya "sosyalizm ile feodalizmle renklendirilmiş kapitalizm" arasındaki çelişki sonucu yaşanmışlar gibi gösterildiler. Bugüne gelince, yerli gruplar savaşlarını yalnızca yerli, aşırı ve alışılmış mağduriyet dozuna tek başlarına sahip gruplar gibi sürdürüyorlar.

Kültürel düzeyde birinci milliyetçilik, kökleri Arap ve İslam tarihine dayanan geniş ve yazılı bir kültüre sahipti. İkinci milliyetçiliğe de sözlü miras ve yerel folklorun haritasında geniş bir yer kapladığı bir kültürle övünmeyi bırakmıştı.

Bu nedenle, mevcut milliyetçilik, büyük ölçüde, bilinen biçimleriyle milliyetçiliğin karşıtıdır; miras durumunda büyük, mirasçı durumunda ise küçük olan bir grup insana mutlak bağlılık dışında ondan hiçbir şey miras almaz. 1961'de Suriye'nin Mısır'dan ayrılması ve ardından Haziran 1967'deki yenilgi ile birinci milliyetçiliğin, ikinci milliyetçiliğin yükseliş nedenleri arasında yer aldığını söylemek doğru olabilir. Özellikle de sadece milliyetçiliğin alışılagelmiş kapısının değil, diğer kapıların da halklarımızın yüzüne kapanmış olduğu göz önüne alındığında. Özgürlük ve demokrasi talep eden devrimler de yenilgiye uğrayarak arkalarında askeri otoriteler ve iç savaşlar bıraktılar. Bundan önce, son derece devletçi ve bürokratik anlamıyla sosyalizm, halkların yoksullaşmasına ve toplumların içlerinin boşaltılmasına yol açmıştı.

Genel olarak diyebiliriz ki, mevcut milliyetçiliğin yükselişi, hemen hemen her başka vaadin ölümü gibi eski milliyetçiliğin de ölümünü deklare ediyor. Bu belirgin yükseliş, Suriye, Yemen, Libya ve Sudan’ın neredeyse eş zamanlı olarak yaşadıkları aleni iç savaşlar ile Lübnan, Irak, Cezayir ve belki başka ülkelerin yaşadığı gizli ya da ertelenmiş iç savaşlar tarafından kanıtlanıyor. Bütün bunların, Arap milletinin Filistin'de kaçınılmaz bir savaş verdiği gerçeğiyle bağdaşmadığı açıktır.

Mevcut savaşa bakıldığında, bu dönüşümün daha önce yaygın olan “savaş milliyetçiliği” söylemini engelleyecek şekilde yansıdığı dikkatleri çekiyor. Geleneksel olarak Filistin ile ilgili savaşlar, doğru ya da yanlış, tüm Arapların savaşı olarak tasvir ediliyordu. Böylece örneğin İsrail'in Ürdün Nehri'nin yönünü değiştirmesini engellemek amacıyla 1964 yılında Arap Zirvesi kurumu kuruldu.1967 yenilgisi, Yemen-Yemen ve Mısır-Suudi Arabistan uzlaşmasını beraberinde getirirken, Arap ülkeleri “direniş ülkeleri” ile “destekleyici ülkeler” olarak sınıflandırıldılar. Bugün, savaş ile doğrudan ilgili olan eksenin Arap olmayan bir ülkenin, yani İran'ın liderliğinde olduğu dikkat çekiyor ve bu, İran'ın liderliğini kabul eden güçlerin daha az sayıda ve daha küçük ülkeler olduğuna işaret ediyor. İran ise Arap milliyetçiliğinin geleneksel taşıyıcısı olduğunu kanıtlamanın zor olduğu mezhepçi bir renge sahip bulunuyor. Uluslararası ittifaklarda da bunun bir örneğini görebiliriz; Soğuk Savaş döneminde Batı ve ABD'ye karşı olan Sovyetler Birliği, Arapların müttefiki olarak sunulmuştu. Bugün Batı ile ABD'nin karşı tarafında yer alan Çin için aynı şeyleri söylemek ise zor. Bu nedenle Çinlilerin Kızıldeniz'deki Husi eylemleri sonucunda ticari çıkarlarının maruz kaldığı durumdan memnuniyetsizliklerini dile getirdikleri artık bir sır değil. Buna karşılık, savaşa karşı Gazze'yi destekleme konusunda "Doğu" ülkelerinin yerini alan "Güney" ülkeleri, Sovyet ve hatta Çin mirasından ziyade Guevara-Fanone mirasına daha yakın görünüyorlar. Aynı şey dünyadaki, özellikle de Batı'daki kitlesel Filistin yanlısı gösterilerin yapısı için de geçerli. Her iki durumda da devlet, millet, milliyetçilik öncesi ile sonrasının birleşmesiyle karşı karşıya bulunuyoruz. Bu ise artık bildiğimiz gibi, küreselleşmenin özelliklerinden ve tanımlarından biri olmasının yanı sıra çağımızın özelliklerinden ve tanımlarından da biridir.