Hazım Sağıye
TT

Netanyahu'nun savaşı: Gizli olmayan ayrıntılar

Kararları bir savaşa neden olan ya da takip ettikleri ve diğer tüm hususların üzerinde tek taraflı bir değerlendirmeyi üstün tutan politikalarının savaşa yol açtığı birçok politikacı var. Ancak bir toprak parçasının mülkiyeti ve zenginlikleri, bir nehrin ve akış yolunun değiştirilmesi veya mülteci bir grubun kabulü etrafında dönen bu savaşların büyük çoğunluğunda, çatışmalar taraflardan birinin askeri yenilgisi ile biter. Yahut bir dış müdahale ya da savaşa neden olan inatçı siyasetçinin devrilmesi ve hükümetinin politikasını başka bir politika ile değiştirmesi ile savaş sona erer. Buna karşılık, bu tür yenilgiler de çoğu zaman dün savaşan taraflar arasında barışın kapısını açar. Yahut önceki politikaların eksikliklerini, katı performansları veya kısa görüşlülükleri ya da her ikisi açısından ele alan incelemelere zemin hazırlar.

İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu ve takıntılı müttefikleri içinse savaş kavramı böyle değil. Onlara göre savaş, Clausewitz'in denklemine göre siyasetin yalnızca başka biçimlerdeki bir devamı değil, daha ziyade en yüksek ve en radikal biçimiyle savaştır. Bu tür savaşlarda, bugün ve gelecekte siyaseti engelleyen bir eylem vardır ve her gün “ertesi günün” ihtimal dışılığının vurgulanması bunun teyididir. Netanyahu sadece Gazze'ye bu şekilde davranmıyor; çünkü ona göre tüm Filistinliler ile birlikte ne iki devlette ne de tek devlette yaşanılamaz, çünkü onlar bir halk ve herhangi bir ulusal kimliğe sahip değiller. Onlarla ilişkilere gelince, kendisine bir yok sayma hakim ve pek çok biçiminden biri de yerleşimcilik olarak bilinen toprak hırsızlığı ve onların siyasi temsillerinin tüm şeklini reddetmeye ek olarak bizzat soykırımdır. Böyle bir ortamda “7 Ekim” gibi bir operasyona verilen tepki, gördüğümüz gibi tek bir çatı altında toplanmayan, belli bir taraf ile sınırlı olmayan, kimseyi hesaba katmayan misilleme niteliği taşıyor ve durdurulamıyor.

O halde savaş ister Siyonist ister Arap olsun, radikal literatürün bolca içerdiği "bir sınır savaşı değil, bir varoluş savaşıdır" veya "bir hayatta kalma veya yok olma savaşıdır." Örtük anlamına gelince savaş, tanımı gereği ölümle taçlandırılmaya mahkûm bir yaşam biçimidir. Yani genellikle dinin kutsallığı ile kadim, belgelenmiş bir tarihin ağırlığının birleşimi olarak gösterilen bir çağrıya uyarak, eylemleriniz soykırımcı olamazsa niyetlerinizin soykırımcı olmasıdır.

Bu gibi özcü anlamlar karşısında devlet kurmaktan, bir grubu, bir toprak parçasını, bir nehrin yatağını güvence altına almaktan bahsetmek gülünç hale geliyor. Çünkü “ya biz ya da onlar” vardır. Bunun gerektirdiği şeylerden biri de düşmanın, düşmanını insanileştirmemesidir ki, onu sanki ayağıyla bir böceği eziyormuş gibi öldürebilsin ve ona bir sığır sürüsüne veya fare sürüsüne benzeyen tek bir bütün olarak davranabilsin.

Ancak eğer bu bilinç kabileci geçmişten kaynaklanıyorsa, o zaman kesin olan şey, onun gelişimini besleyen şeyin modern ideolojik çağ olduğudur. Tasfiye, kökten söküp atma ve yok etme kavramları, geçmişte faşizm, Stalinizm ve onlardan dallanıp budaklanan diğerlerinin döneminde bilindiği şekliyle bilinmiyorlardı. Çünkü bu akımların ve destekçilerinin örfüne göre düşman, kendisini tekrarlamaması için zorlayabileceğimiz ya da işlerin normal seyrine dönmesi için ondan bir özür ya da verdiği zararı tazmin etmesini talep edebileceğimiz bir eylem nedeniyle düşman haline gelmemiştir. Tam tersine, düşman olarak doğmuştur, yani bir arada var olması mümkün olmayan bir öz içeren varlığı nedeniyle düşmandır ve kıyamete kadar da öyle kalacaktır. Eğer bir Slav ya da Yahudi ise o zaman Nazilerin gözünde bir düşmandır ve aynı bakış bir Leninist ve bir Stalinist'in gözünde burjuva ya da "zengin köylü" olan biri için de geçerlidir. Netanyahu ve arkadaşlarının gözünde de Filistinli düşmandır. Buna ilave olarak, bir de kendi saf nefislerini Allah’a, muhaliflerini de lanetli Şeytan'a izafe eden Humeyniciler vardır. Kendimizi bu üstten bakan “mesajlarla” kuşatmanın işlevi, ölümümüzü katlanılabilir kılma ve tarihin ya da Tanrı'nın bize vereceği bir ödülü elde etmemizin sebebi olması karşılığında, düşmanlarımızı öldürmeyi, daha fazlasını öldürmeyi bizim için kolaylaştırmaktır. Ancak tamamlayıcı ideolojisi bu türden bir fikir olan haklı davada bile zafer, bağımsız bir despotluk ya da hapishaneleri ve zindanları genelleştiren, üçüncü dünyadaki kurtuluş ve bağımsızlık hareketlerinin soluklarını sayan özgürlükçü bir despotluk kurmaktan başka bir şey değildir.

Popülizmin yükselişiyle birlikte bu olguyu artık demokratik toplumlardaki politikacılarda da görmeye başladık. Bu, diğer pek çok şeyin yanı sıra, karalama dilinin ve kişisel kopukluğun gösterdiği bir husustur. Şu anda sahneyi işgal eden diğer tipteki politikacılar karşısında saygın tipte politikacıların temsil ağırlıkları ve sayıları geriliyor.

Mutlak savaşlardan kurtulmak ise büyük ölçüde popülizmlerin ve ister milliyetçi ister dini ister sağ ister sol olsun mutlak ideolojik hareketlerin gerilemesine bağlı hale geliyor. Sürekli öldürmek savaşın en kötü yanıdır ve şüphesiz kitleleri için ilk vaadi zafer, hasımları için ise onları silmek ve yok etmektir. Netanyahu ve arkadaşları bu genelleştirilmiş suç ordusunun öncü grubundan başka bir şey değil.