Şu anda “Lübnan'ı korumak” hakkında yapılan birçok konuşmada çoğumuz, sürekli geri kazanılmış bir devletten ve ordusunun onu korumasından bahsediyoruz. Bu, birçok acı deneyimden ders aldığı için gerçeği dile getiren bir ifade, zira milislerin savaşlara karışarak neden oldukları zararın sağladıkları korumadan kat kat daha fazla olduğu kanıtlandı. Bu görevin devlet ve orduya bırakılmasının, devletlerin ve orduların sorumluluklarının belirlenmesi, ordunun meşru şiddet araçlarını kimseyle ortak olmadan tekeline alması konusunda doğru bir ilkenin benimsenmesini gerektirdiğini söylemeye ise gerek yok.
Buna rağmen, birbirini takip eden militan ve radikal hareketlerin yaygınlaştırdığı kültürden etkilenen bazıları, Lübnan'da kurulacak ve onu koruyacak güçlü bir orduya dair göndermelerin peşine takılıyorlar. Aslına bakılırsa, Hizbullah partizanları bile, rollerini zorunda bırakıldıkları bir zorunluluk olarak tanımlayıp haklı çıkarırken, bazen silahlarından vazgeçmelerini sağlayacak tek şeyin bu güçlü ordunun inşa edilmesi olduğunu söylüyorlar. Çoğu zaman bu tür bir söylemle, engelleme, hedefini vurmaması için taşı büyütmek, yani inşası imkânsız bir orduya sıkı sıkı tutunarak inşası mümkün olan ordunun önünü kesmek amaçlanıyormuş gibi görünüyor.
Durum şu ki, güçlü ordu önerisi, önerenler samimi olsa bile tehlikeli bir öneridir; iki tehdidin niteliği farklı olsa bile tehlikesi Hizbullah'ınkinden daha az değildir. Bunun nedeni, topluma hükmeden, yaşamı militarize eden ve bizi İsrail'den “koruması” için ulusal ekonomiden kendisine aslan payı verilen bir ordu, bizi yalnızca her türlü demokratik özlemin ve her türlü diktatörlükten uzak yaşamın aksine militarist bir toplum haline getirir. Milislerin orduya alternatif olduğu iddia edilen bir dönemi yaşadıktan sonra bu çağrının savunucuları, ordunun milislere alternatif olduğu, dünyaya savaşçı bir bakış açısı ile baktığı, çatışmayı düşündüğü bir dönemde yaşamamızı istiyorlar. Bu çağrı ancak “direniş devletini inşa etmek”, “hepimiz direnişiz” gibi bu tasavvura eşlik eden saçma sloganlara ve deneyimlerin kesinlikle güçlü bir ordu, sağlam Hizbullah ve egemen bir ideolojiden oluşan bir üçlü ile sonuçlandığını gösterdiği söylemlere dahil olabilir. Güçlü orduların muharebeleri de mutlaka güçlü muharebeler olacağından, böyle bir önerinin hayata geçmesi durumunda karanlık bir gelecek bekleyebiliriz.
Güçlü ordu, bir “direniş devleti” tarafından yönetilen ve savaşan Lübnan’ı korumayacaktır. Aksine bizi İsrail'in silah gücünü geçemeyecek bir silahlanmaya yönlendirirken, Lübnan'ı kaçınılamayacak risklerle karşı karşıya bırakabilir. Diğer bir deyişle milislerin yerine sivil barışı ve iç istikrarı koruyacak, sınırlarda sükunetin devamını sağlayacak bir ordu olmalı. Bu ordu Lübnanlılar arasındaki az sayıdaki konsensüslerden birine de kaynak teşkil edebilir. Gerçek korumaya gelince, yalnızca ordunun koruyacağı bir politika olarak, dış çatışmalarda askeri tarafsızlıkla sağlanabilir. Gelecekte ve teorik olarak tüm bölgenin barışa geçişi ve bağımsız bir Filistin devletinin kurulması ile böyle bir yönelim de güçlenebilir.
Bu durumda Lübnanlıların kendilerinde ve girişimlerinde bulabilecekleri enerji de büyük ordular ve savaş arenaları inşa etmeye değil, ülkenin acilen talep ettiği siyasi ve toplumsal değişimlerin gerçekleşmesine yönelir. Değişimci 17 Ekim deneyiminden biliyoruz ki, “direniş Lübnanı” ve “güçlü Lübnan” sloganını benimseyenler, başka davaların varlığını kaldıramayacak tek dava bahanesiyle bu tür bir değişime ilk karşı çıkanlar oldu.
Korumayı sağlayan askeri tarafsızlık politikası ise dünyanın mutlaka açık bir orman, öldürmezseniz öldürüleceğiniz bir orman olmadığını, yarın olmasa da ertesi gün, savaş sonrası, Netanyahu sonrası bir dünyayı arzulayabileceğimizi ifade eden, kendisine uygun bir kültür gerektiriyor.
Bunun için de Arap siyasi düşüncesinde geleneksel olarak zayıf olan barış kültürünün yayılması, artık destansı olmayan bir dönemde destanlardan kalmış “erkeklik”, “kahramanlık”, “şehitlik” ve benzeri kavramları öven güç kültüründen kopmaya başlanması gerekiyor.
Bütün hesaplamalara göre güç, güce değil, ondan kaçınmaya dayalı bir oluşum olarak Lübnan'ın yapısıyla çelişiyor. Lübnan sadece savaşın hastalıklı bir şekilde övüldüğü zamanlarda çöküşe maruz kaldı. Mevcut savaş, güç ve savunucuları sayfasının kapanması ile sona erebilir, ancak gelecekte şiddeti kim ifade ederse etsin, ister devlet ister milis güç olsun, mezhebi ve inancı ne olursa olsun, şiddete karşı bağışıklığın güçlendirilmesi bir gereklilik olmayı sürdürüyor.
Lübnanlılar, Suriyeli komşularının yaşadığı acı deneyimden ders almalılar. Onlarca yıl boyunca Suriye’de güçlü, tek partili bir devlette “ideolojik ordu” ilkesi hâkim oldu. Şimdi ise toplumunu yok etmekte, canlılığını söndürmekte, çabalarını rehin almakta çok ileri giden bu deneyimden, Suriye ve Suriyeliler için onları modern tarihlerindeki herhangi bir dönemden daha zayıf hale getiren bir trajedi doğdu. Suriye büyüklüğündeki bir ülkede trajedi olarak sonuçlanan şey, Lübnan büyüklüğünde bir ülkede kesinlikle bir komediye benzeyecektir. Belki de bir kez olsun trajedilerden ve komedilerden uzaklaşıp, her ne olursa olsun büyük iddialardan uzakta, sorunlarını çözen, koşullarını iyileştiren normal ülkeler olmaya yönelmenin zamanı gelmiştir. Tabii bu, ülkenin enkazdan kurtulup hayata yeniden devam edebilmesi halinde mümkün.