Abdulaziz Tantik
TT

Aklın egemenliği karşısında Ed Din…

Aklın birden fazla tanımı olduğu açıktır. En genel anlamı ile düşünmeye yönelik insanın istidadı olarak betimlenebilir. Ama bilimin aklı ile felsefenin aklı farklı çalışır. Hatta modern felsefenin kendi içindeki farklı akımlarda akıl farklı çalışır. Matematik mantığın aklı veya fiziğin aklı da farklı çalışır. Bu da bize aklın kendi başına bir iş görmediği ancak içeriklendiğinde düşünme ameliyesini gerçekleştirdiğini ifade eder. Akıl, öncüller üzerinden çalışır, içeriği de ona göre düzenler.
Aklın, yunan tarihinden modern tarihe kadar bir seyrüseferi vardır. Bu tarihsel sürekliliği göz ardı ettiğimizde akla yüklenen gerçek anlamı anlamlandırmakta zorlanırız. Bu anlam, tanrılarla insanların savaşında bilginin gücü ve bu bilgiye erişme konusunda aklın fonksiyonelliğinin inanca taalluk eden boyutudur. Bilinir ki eğer Herkül ateşi tanrılardan çalıp insanlara getirmeseydi, hala tanrıların insanlar üzerinde tahakkümü devam edecekti… İnsanlar ateş sayesinde; yani bilgiyi elde ederek tanrılar ile savaşmaya ve kendi özgürlüklerini elde etmeyi başardılar… Bu temel gerçeği not edelim… Bilgi akıl ilişkisi ve işleyişi…
Aydınlanma hikâyesi bu ateşi çalmanın bir üst aşaması olarak betimlenir. İnsan çağı başlamış ve tanrılar çağı geride kalmıştır. Hümanist çağ derken kastedilen tam olarak budur… Artık insan merkezli bir dünya var ve bu dünyada tanrı var olacaksa ancak insanın izin verdiği kadarıyla var olacaktır. Daha sonra bilinen bir gerçek olarak ‘tanrı öldürülmüştür’ ve yeniçağ artık tanrısız bir çağ olarak öne çıkmaktadır. Yani insan tam olarak iktidarını belirginleştirmiştir. Bu temel gerçeği de kayıt altına alalım…
Fakat insan kendi iktidarını kurmasına rağmen dinler varlığını sürdürmüş ve insan kendi yetersizlikleri ile boğuşurken, sürekli canhıraş çığlıkların sahibi olmuştur. Önüne dünyanın bütün imkânları sunulmasına rağmen, her dönemden daha fazla kan dökülmüş ve daha fazla insan zulme uğramıştır. Son üç yüz yılın tarihi bunu bize göstermiştir. Artık başı dara düştüğünde sığınacak bir tanrı bulamamakta ve kendi acziyeti içinde kıvranıp durmaktadır. Buna strese dayalı psikolojik hastalıklar tanısı konur. Ve tedavi içinde bu duyguları yok etmeye yönelik çalışmalar ortaya konulur. Ama insan, bir türlü mutlu olamamaktadır. Kendini çılgınca eğlenceye ve uyuşturucuya vurur, her türlü sapkınlığı yaparken ruhu bir türlü sakinleşmemektedir. İnsan, düşmanı olan tanrıyı kaybedince yeni düşman olarak hemcinsini seçmiştir. Artık insan insanın kurdu olarak betimlenmektedir. İnsan çağının başlatıcısı konumunda olan Avrupa da sosyal yaşam müthiş bir yabancılaşma eşliğinde suçun dakika da onlarca kez tekrarına sebebiyet vermektedir. Güven, huzur ve mutluluk daha çok insanlıktan çıkmaya yönelince oradaki insanlar, uzak doğu dinlerine mistik arayışlara yönelmek durumunda kalmışlar. Bunun yüzlerce, binlerce örneği verilebilir.
Batı boş durmamakta, akıl üzerinden kendisine potansiyel muhalif olacak bütün düşünce biçimlerine savaş açmış, dinleri arkaik olarak betimleyerek, insanlığa düşman olarak tanımlamaktan geri durmamaktadır. Dinleri savaşın, şiddetin nedeni olarak görerek bütün dinlerin geri olduğunu ilan etmektedir. Felsefe, bilim ve teknoloji ile ekonomiyi ve iktidarı da yanlarına alarak en büyük baskıyı uygulamaya çalışıyor. Buna rağmen yirminci yüz yılın son çeyreğinde dinler tarihe geri döndü. Bu büyük bir korkuya neden oldu. Akıllı filozofların başında gelen Habermas, aklın ve felsefenin yetersizliğinin açığa çıktığını ve dinleri araçsallaştırarak bir yere varılamayacağını söyleyerek onunla uzlaşıyı öne çıkartıyor. Bu yaklaşım, yeni bir epistemolojiye yönelik felsefi bakışı güçlendirerek sezgisel olanın da epistemik bir değere, aklın epistemik değerine sahip olduğu düşüncesi de Willis Harman (Küresel Zihniyet Değişimi/ İz Yayıncılık)tarafından dile getirilmeye başlanmıştır. Bu yaklaşımlar, insanın, tanrı insandan insan tanrıya yükselişinin tezahürü olarak bu bakışı mahkûm edecek hamleleri atmaktan alı koymamaktadır. İşin garip tarafı bütün kültürlerin müntesipleri arasında bu felsefi argümanların kabulü sağlanarak dine bu sefer içerden saldırı düzenlenmektedir. Bu da akli bir hamle olarak öne çıkartılarak reddedildiğinde de akılsızlıkla itham etmenin zeminini kurmaktadır…
Aklın alanının tanımlanmış biçimi içinde sınırlı olduğu tartışılmaz bir gerçeklik. Sonuç itibarıyla tanımlı bir alanda aklın işlevselliği konuşuluyor. Yani kesin bilginin elde edilmesinin şartları açık ve akıl bu şartlarla sınırlı olmakla yükümlüdür. Ancak, nedense aklı, dinin anlaşılması ve yorumlanması söz konusu olduğunda bu sınırlı hali unutulup dinin aşkın boyutunun da bu aklın sınırlı hali içinde betimlenmesi ve nasıllığının ortaya çıkartılması teklif edilmektedir. Öncelikle, akıl sınırlı, din aşkın yani o sınırla malul değil… Bu yüzden akıl, dini kendi aklının sınırları içine taşıyamaz. Taşısa da bu artık din olmaktan çıkmıştır. Bu temel gerçeği de buraya not edelim…
Din zaten aşkınlığı ile aklın üstünde bir konuma sahiptir. Ayrıca bir aklın çalışma ilkelerini de kendisi ona verecek bir pozisyonu taşımaktadır. Din aklını kurmuş ve o akıl ile din arasında bir korelasyon sağlanmıştır. Yani sanıldığı gibi din aklı devre dışı tutmuyor. Bilakis, din, aklı yeniden inşa ederek kendi aklının oluşumunu sağlıyor. Burada felsefi aklı, eleştiriyor. Çünkü bu akıl, felsefe ile malul olduğu için eleştiriye tabi tutuluyor. Sonuçta bu aklın kullandığı malumat sınırlı bir malumattır.
Şimdi daha temel bir konuya gelelim; batı düşüncesi felsefe ve akıl üzerinden bir din eleştirisi geliştirirken kendi kavramsal örgüsü içinde ve kendi mantığı açısından bir eleştiri geliştiriyor. Bunun izahı mümkün bir durum olduğu aşikâr. Ancak, bu eleştirin makul ve adil olması için dinin ilkelerinin, kavramlarının indirgenmiş biçimi ile değil, bilakis, dinin kendisinin verdiği anlamları dikkate alarak değerlendirmeye tabi tutmak, bir eleştiri adabı ve ahlakı açısından elzem olana tekabül eder. İslam söz konusu olduğunda İslam’ın farklı yorumlanmasının imkânlarının bir kısmını ele alarak istenilen şekilde yoruma tabi kılınarak yapılması gereken yorumun zemininin kurulmasının ahlaki bir karşılığı yoktur.
Önce tezler açık bir şekilde ortaya konmalıdır. Batı insan aklını biricik ve tek geçerli ölçü olarak kabul ettiğini deklare etmiştir zaten… Bu konuda bir sorun olmadığı açıktır. Ancak, sanki bu yokmuş gibi davranan batı dışı toplumların sürekli akıl vurgusu yapması ve ilahi vahyin saçma, anlamsız olduğu… Çünkü bu bilme türünün akıl açısından kabulü ve reddi mümkün değil yargısı dikkate sunularak meşru bir alan oluşturması da gözden kaçmamaktadır. O zaman soru şu: insanlık tarihi boyunca milyarlarca insanın dine inanmasının nedeni nedir? Hala milyarlarca insanın yine bu aşkın din inancına sahip oluşunu neyle açıklayacağız. Ki hala modern aklın tasallutu ve tarassutu altında dini aklın sınırları içine çekerek, dini tanımlamaya ve dindarları bu indirgenmiş algı üzerinden eleştiriye tabi tutuyorsunuz. Ki bu dindarların kahır ekseriyeti sizi ciddiye aldıkları için dinlerinin ahlaki kaygılarını kaybetmelerine rağmen…
Ama her şeye rağmen, din, yeniden hayata dönecektir. Çünkü hak geldiğinde batıl yok olmaya mahkûmdur. Bu temel gerçeklik üzerinden dindarlar da kendi dinlerini aşkınlığı içinde yeniden anlamaya ve idrak etmeye başlayarak modernliğin insan açısından nasıl bir esaret olduğunu algılayacaklardır. Şeytanlaşmış bir kültürün din üzerindeki tasallutu tevhit erleri eli ile yok edilecek ve din kendi asli mecrası içinde mevcut bütün ahlaksızlıkları da görerek kendi ahlaki yapısını kuracak bir gücü elde edecektir.
Son on yıldır, İslam dünyasında oluşturulan kaos ve karmaşanın bir yapı sökümü olduğu gerçeği artık görülmeye başlanacaktır. Her türlü şiddeti Müslümanlar üzerine boca ederek onları dinlerinden soğutma girişimleri boşa çıkacaktır. Ve yine Müslümanlar kendi ayakları üzerine ayağa kalkarak kendi varlıklarını ve var oluşlarını gerçek sahibine irca ederek varlık sahasına anlam ve ahlak taşıyıcısı olma liyakati kesbedeceklerdir. Bu günler uzak değil…
İçimizi acıtan ise aydın ve entelektüellerin Müslümanlar için tek çıkış yolunun sekülerlik olduğu tezini savunmaları ve dine yönelik eleştirilerini bu seküler tezler üzerine yapmaya başlamalarıdır. Bu gerçekten acı bir durum ve olgudur. Ama bunun da üstesinden gelinecektir. Bir Müslüman olarak Allah’ın tekliği, birliği ve kudreti karşısında sadece secdeye varmaktan başka bir seçeneğimin olmadığını biliyorum. Tam bir teslimiyet ile benim istikametimi belirleyecek ‘haber’i dikkatle idrak etmeye çalışırım. Benim için akıl, felsefe ve bilim, vahyin inşa ettiği düşünme melekesi üzerinden anlamlı olabilir. Onların toptan reddi yerine onları kendi asli hüviyetlerine yönlendirmenin daha doğru olduğunu biliyorum. Mutlaklık bu dünyaya ve evrene ait bir gerçeklik zemini değildir. Aklı da bu mutlaklığın dışında konumlandırmak doğru olandır. Din ise bize mutlaklık ile nasıl bir ilişki kuracağımızın bilgisini vermektedir.
Modern akıl ile Müslüman akıl arasındaki temel fark; modern aklın kendisini kesin görmesi ve her şeyi yorumlayabileceği zehabına kapılması iken Müslüman akıl, kendisine sunulan işaretleri takip ederek hakikat ile nasıl bir bağ kuracağının bilgisine haiz olarak sorumluluğunu yerine getirme arzusunu taşımasıdır.  Modern akıl, ‘sorumsuz yetkili’ iken, Müslüman akıl, ‘sorumluluğu üstlenen yetkili’dir. Sonuç itibarı ile her iki akıl da anlama ve yorumlama kabiliyetlerini yerine getirmekten imtina edemezler. Bu aklın doğası gereği böyledir. Ancak biri sorumluluğu başka yere aktarırken kendisini de iktidarda tutmayı ilke olarak benimsemiştir. Diğeri ise, sorumluluğu üstlenerek mükâfat ve cezayı hak ederek elde etmeyi onurlu bir davranış olarak kabul eder. Şimdi insanlığın onuru açığa çıkmış olur. Modern insan, onurlu ve ahlaklı olamaz… Çünkü kendisine yönelik bir eleştirisi yoktur, yanılma payı yoktur, ne yapsa kendi hakkıdır. Dolayısıyla onur ve ahlak dediği şey ise sürekli başkasını aşağılayan ve onları insan görmeyen barbar ve hayvan derekesinde düşünen birinin onuru genel değil ancak sınırlı olacaktır. Ahlak ve onurları da bu sınırlılıkları içinde başka insanlar açısından bir değer taşımayacaktır.
Ahlak ve onur bir şeyi değerlendirirken onu alaşağı etmeden kendisini nasıl tanımlıyorsa öyle görüp değerlendirme yapmaktır. Yukarıda söylediğim her şeyi modernlik bağlamında kendi kaynaklarında rahatlıkla göreceksiniz. Yani ben onları ne ise o olarak kabul ediyorum… Onlardan da beni, ben kendimi nasıl tanımlıyorsam öyle görmelerini ve değerlendirmelerini beklerim, yerli yandaşlarından da beklentim bu… Başka bir şey dilemiyorum… Hak, her hak sahibinindir, elinden alınmaz, eşitlik her kesin, kesintiye uğratılamaz…