Süleyman Cevdet
Mısırlıaraştırmacı yazar
TT

Filistin davasına hizmet eden Abu Dabi ile onu kullanan Tahran

BM’nin ünlü bölme kararını yayınladığı 1947 yılını doğum yılı kabul edersek, 29 Kasım’da Filistin davası, uzun ömrünün 73’üncü yılını tamamlayacak.
Uzun yaşamı boyunca Filistin davasına, birçok ve birbiri ardınca yaşanan hadiseler vesilesiyle çok sayıda vasıf verildi. Ancak, en başından bugüne kendisine eşlik eden vasıf şu üç kelimeden oluşuyordu: Kayıp fırsatların davası!
Birkaç gün önce de Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) Yürütme Konseyi Genel Sekreteri Saib Ureykat, davanın tarihine geçmesi gereken bir ifade kullandı: Filistin halkının kendisini kullananlara değil hizmet edenlere şiddetli bir şekilde ihtiyacı vardır!
Ureykat’ın bu ifadesi samimi ve doğru bir ifadedir. Zira anlamı bozmadan ve bütününden ödün vermeden davanın tarihinin tamamını açıklamaktadır.
Ancak Filistin davası liderliğinin gözünden kaçmış olabilecek şey, yolculuğunun birden fazla aşamasında liderlik olarak, Filistin davasına gerçekten hizmet etmeye istekli bölgesel bir taraf ile kendisini kullanan ve kullanmayı sürdüren taraf arasında ayrım yapamadığıdır.
Davanın sahiplerinin kaybettikleri ve geri dönmesi imkansız ilk fırsat, toprağın neredeyse yarısını Filistinlilere, geri kalanını da Yahudilere veren BM Taksim Planı’nın kendisidir. Taksim kararını reddetmek kaçırılan ilk fırsattı. Kararı reddedenler, şu anda kendilerini toprağın yüzde 20’sini talep edip yine de alamadıkları bir halde buldular.
Hiç kimsenin Filistin halkına kendi görüşünü dayatma hakkı yoktur. Bu halk toprağıyla ilgili ne düşünüyorsa o olmalıdır. Fakat sonuç, bağımsız bir devlet kurma yolunda bu halkın elini tutanların kendilerini gözden geçirmeleri gerektiğini, aynı hataya ikinci ve üçüncü kez düşüp geçmişte elde ettiklerinden farklı bir sonuç elde etmeyi beklememeleri gerektiğini söylüyor.
Kaçırılan ikinci fırsat, Tunus Cumhurbaşkanı Habib Burgiba’nın, davadan sorumlu kişilerin dikkatini çekmeye çalıştığı son derece önemli bir meseleydi. O da, kendisine ve uzun vadede yararlılığına inandığı “Al ve ver” siyasi ilkesini benimsemeleri gerektiğiydi.
Dava sahipleri merhum Tunuslu lidere kulak verselerdi, davanın tarihi belki de tamamen değişecekti. Çünkü söz konusu ilke, mevcut olanı alıp onunla yetinmemeyi, yapılan tekliften hemen yararlanmayı tavsiye ediyordu. Bir sonraki adımın, talep edeni var oldukça kaybolmayacak bir hakkın talep edildiği, davanın adil bir dava olduğu temelinden hareket ederek  geri kalanı da doğrudan talep eden paralel bir adım olmasını öğütlüyordu.
Ölene kadar “hatta” kelimesinin aslını faslını ve kökenini araştırmayı sürdürse de araştırmasını tam anlamıyla bitiremediği için içinde bir şeyler kalarak bu dünyadan ayrılan eski bir dilbilimci gibi Tunus cumhurbaşkanı Burgiba çağrıda bulunmayı sürdürse de hiç kimse bu ilkeyi benimsemediği için içinde bir hasretle bu dünyadan ayrıldı.
Üçüncü fırsat, adı Enver Sedat olan eşsiz bir kahramanın sunduğu fırsattı. Hayatının sonuna kadar dava liderlerini kendisiyle birlikte müzakere masasına oturmaları için çağrıda bulunmaya devam etti. İsrail parlamentosu Knesset’de yaptığı konuşmada en yüksek ses ve açık ifadeyle, orada sadece Mısır için bulunmadığını, İsrail’e kapsamlı bir Arap barışı çağrısında bulunmak için geldiğini, bu çözümün ancak 1967 sınırlarına dönülmesi ile mümkün olacağını deklare etmişti.
Sedat bunları, Kasım 1977’te İsrail Başbakanı Menahem Begin ve hükümetinin diğer erkanının varlığında şüpheye yer bırakmayacak bir netlikte söyledi. Kamera tüm bu süre boyunca konuşan Sedat ile koltuklarında kendisini dinleyen Begin ve hükümetinin diğer üyelerinin yüzleri arasında gidip geliyordu. Sedat’ın sözlerinin bu yüzlerdeki yansıması tüm sözlerden daha açık ve netti. Hükümet üyelerinin yüzleri ve ifadelerindeki etkisi yeterince açıklayıcıydı. Keza, onu gizlemeye yönelik sürekli girişimlere karşı koyan duyguların gerçekliğini sadakatle naklediyordu.
Ne var ki davanın liderleri, insanın aya gitmesi kadar önemli olarak tanımlanan bu ziyareti sırasında Sedat’ı hayal kırıklığına uğrattılar. Daha sonra piramitler arasında gerçekleşen Mena House Konferansı’nda ve elinde olduğunu düşündüğü çözüm için bir pencere açmaya çalıştığı her fırsatta onu hayal kırıklığına uğrattılar.
Sedat ölene kadar hem Araplar hem de Filistinliler tarafından hayal kırıklığına uğratıldı. Sadece bir elin parmağını geçmeyen Arap başkenti, Arap çözümüne olan tutkusunun samimi olduğunu, Mısırlılığının kendisine Araplığını unutturmadığını, ülkesine karşı yükümlülüklerinin onu büyük Arap vatanına karşı yükümlülüklerinden uzaklaştırmadığını biliyordu.
Sedat, toprağın değerini bilen Minufiyeli bir çiftçi gibi davranıyordu. Bir çiftçi olarak toprağının sınırlarını belirleyen çiti çekmesi gerektiğini biliyordu. O dönemde dışişleri bakanlığını üstlenen Muhammed İbrahim Kamil’in hatıratına baktığımızda, eski Arap Birliği Genel Sekreteri ve Camp David’deki müzakerelere katılan heyetin üyelerinden biri olan Nebil el-Arabi ile arasında geçen bir diyalogda da bu anlamı görüyoruz.
Sedat’ın Knesset’teki konuşmasında, müzakere heyetinin üyelerinden biriyle diyalogunda, İsrail’i ziyaretinden Camp David’teki müzakereler ve Jimmy Carter’ın himayesinde barış anlaşmasının imzalanmasına kadarki tutumuna hep bu anlam hakimdi. O, yönetime geldiğinde kendisini bekleyen bir davaya hizmet etmek isteyen bir adamdı. Bunu, inanarak yapıyordu çünkü basitçe, ne davayı kullanmayı düşünüyordu ne de buna ihtiyacı vardı.
Keşke şöyle ya da böyle olsaydı şeklinde konuşmayı sevmem ama sahipleri Sedat’ın sunduğu fırsatı değerlendirmiş olsalardı davanın bugünkü halini bir hayal edelim.
İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani, İsrail ile ilişkileri başlatma kararı aldığında BAE’nin “büyük bir hata” yaptığını, kararın “Müslümanlara, Filistin halkına ve Kudüs’e ihanet” olduğunu söylediğinde, ülkesinin her zaman yaptığı gibi Filistin davasını kullanıyordu. Abu Dabi’nin Filistin davasına hizmet etmesi ya da minimum düzeyde de olsa hizmet etmeye çalışması onu rahatsız etmişti.
Ruhani’nin sözlerinin bir ölçüde doğru olduğunu düşünenlerden, Tahran’ın Filistin davasını kullanmak yerine kendisine hizmet ettiği tek bir pozisyon göstermelerini istiyorum.
Sorun, Ruhani’nin söyledikleri değil, zira bunları ilk kez söylemiyor ve büyük olasılıkla da son olmayacak. Asıl sorun, Filistinli bazı kardeşlerimizin kendisine inanmasıdır.