Vahdettin İnce
Yazar
TT

Şark cephesinde gömülen ve ikame edilen isimler

Şark cephesi seyahatimiz esnasında Patnos ovasında yer alan “Şekirava” adlı köyde bir akrabamıza misafir olduk. Daha önce kaç kere gördüğüm halde köyün ismi ilk defa dikkatimi çekti. “Şekir” bildiğimiz şekerin Kürtçe söylenişi. “Ava” da Farsça “abad”ın Kürtçesi ve mamur, bayındır demektir. İsminden hareketle köyü Şekir isimli biri kurmuş diye düşündüm. Sordum, öyleymiş gerçekten. Kürtler arasında Şekir isminin kullanıldığını görmüşlüğüm, duymuşluğum vardı. Bu yüzden köyün isminden hareketle böyle bir sonuca varmam kolay oldu. İsim, altındaki anlamı gösteren işarettir zaten. Köyün yeni Türkçe ismi galiba çiçekli, böcekli bir şeydi, o da aklımda kalmadı. Demek ki altında beni ulaştıracağı ya da aklımda kalmasını sağlayacağı bir anlam, bir tarih, bir gerçeklik yatmıyordu.
İsim, Arapça bir kelime olarak yücelik, yükseklik anlamında “sumuv” kökünden gelir. Bir şeyin ismi onu yüceltmeli, değer katmalı, yükseğe çıkarmalı, en önemlisi o şeyin hakikatiyle ilintili bir anlam ifade etmeli. Diğer bir ifadeyle müsemmanın niteliğini, konumunu, değerini yansıtmalı. İlk Araplar bu inceliği düşünerek mi bu kelimeleri vaz’ ettiler, bilemeyiz. Ancak fıtratın gereğince hareket ettikleri kesin.
Varlığı, eşyayı, insanı yeniden üretmek, anlamlandırmak, konumlandırmak ve de isimlendirmek gibi bir misyonu vazgeçilmez hedefleri olarak gören medeniyetlerin insanın bu fıtri eğiliminin sonucu olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim özellikle tevhitle, dolayısıyla fıtratla sahih bir ilişkiye sahip olan medeniyetler yaptıkları isimlendirmeler ile eşyayı yüceltirken bazıları, tevhitle ve elbette fıtratla bağları kopmuş, koparmış olanları ise alçaltır, gerçekliğini örter; ya anlamsızlaştırır ya da ilgisiz bir anlamı dayatır.
Türkiye siyasal ve sosyal anlamda sahih tevhitle bağını koparmış batı medeniyetinin etkisi altına girdiği günden beri eşyayı doğru biçimde tanıtan, yansıtan, anlamlandıran isimlendirme yerine gerçekliği örten, unutturan bir isimlendirme siyaseti gütmektedir. Bunun sonucu olarak “Şekirava”da olduğu gibi isim değişikliğiyle yahut “Hasankeyf”te olduğu gibi suya gömülmek suretiyle binlerce yerleşim yerinin üzeri örtülmüştür. Yerlerine ikame edilen yeni isimler ise birer “kayyum” gibi iğreti duruyorlar. 
Aslında tevhitle sahih ilişkisi olsun olmasın her medeniyet, varlığı, eşyayı ve insanı yaklaşımı, tanımlaması ve isimlendirmesi itibariyle bazı şeyleri yüceltir, açar ve öne çıkarır, bazısını da alçaltır, baskılar ve örter. Her medeniyet bunu yapar. Onları birbirinden ayıran şey açtıkları veya örttükleri şeylerin nitelikleridir.
Arapçada “örtmek” anlamına gelen fillerden biri “setere”, biri de “kefere”dir. “Setere” ayıplı, kusurlu, aşağılayıcı, küçük düşürücü şeyleri örtmek anlamında kullanılırken, “kefere” yüceltici, değer katıcı, onur verici, erdemli hakikati örtmek anlamında kullanılır. Nitekim etkiledikleri yerlerde gerçekleştirdikleri “örtme” fiillerinin niteliği itibariyle İslam medeniyetini “setere”, batı medeniyetini de “kefere” özelliğiyle tanımlayabiliriz.
Bu değerlendirmeden anlaşılacağı gibi benim şahsen itirazım isim değişikliğinin kendisine değil, niteliğinedir. Değiştirme ve örtme “setere” nitelikli midir “kefere” nitelikli midir, ona bakarım.
İslam’ın bize hak sıfatlarıyla tanıttığı Allah’ın bir ismi “Settaru’l uyub”dur (ayıpları, kusurları örten). Peygamberimiz (s.v.s) de “Allah’ın ahlakıyla ahlaklanın” düsturunca, Müslüman olan bazı insanların “Uzza’nın kulu”, “böcek”, “Kelb” gibi küçük düşürücü, ayıp çağrışımlar yapan, onur kırıcı anlamlar içeren isimlerini başka isimlerle değiştirmiştir.
Etkisi ülkemizde de görülen batı medeniyeti ise hakikati baskılaması, örtmesi itibariyle “kefere” fiilinin anlamı içinde değerlendirilir. Ayıp ve günah çağrışımlar yapan isimleri öne çıkarırken hakikati içeren isimleri adeta toprağa gömerek örtmektedir. Bu yüzden medeniyetleri ayırmanın bir kriteri örttükleri ve açtıkları şeylerdir.
Arapçada açmak anlamına gelen fillerden biri “teberrece”, biri de “fetehe”dir. Tevhitle bağı kalmamış medeniyet olarak batının açtığı, öne çıkardığı şeyler aslında “setere” fiili bağlamında örtülmesi gerekenlerdir ve yine tevhide zıt bir çizgi takip eden batı medeniyetinin örttüğü şeyler ise tevhidi İslam medeniyetinin “fetehe” fiili bağlamında öne çıkardığı, açtığı şeylerdir. Batı medeniyeti örterken “küfreder”, açarken cahiliyedeki gibi “teberrüc” eder. İslam medeniyeti örterken “setreder”, açarken de “fetheder”.
Batı medeniyetinin ülkemizde üzerini örttüğü hakikatlerin bir kısmı işte bu isimleri değiştirilen yerleşim birimleriyle ilgilidir.
Minibüs Patnos’tan Erciş’e, oradan Çaldıran’a doğru yol alırken köylerin nisyana terk edilen isimlerini hatırlamaya çalıştım. Şekirava’dan sonra ilk karşılaştığımız köylerden birinin adı “Zorava”ydı. Birinin veya birilerinin zor kullanarak ya da ekonomik durum, memleketin genel siyasi ortamı yahut aşiretler arası gerginlik gibi türlü sebeplerden dolayı zorlanarak köyü kurdukları hemen anlaşılıyor. Yolumuzun üstünde çocuk iken kaç kere üzerinden geçtiğim için iyi hatırladığım bir köprü vardı. Adı “Şeytanava”. O zamanlar tahta bir köprüydü ve geçerken insana ecel terleri döktürüyordu. Üzerinden geçmek için alabildiğine dikkatli olmak gerektiği için bu ismi vermiş olmalıydılar. Şimdilerde modern bir köprü olduğu halde hala “şeytanava” ismi kullanılıyor halk arasında. Ötedeki “Nezirava” köyüne selam verip asıl konağımıza vardık.
Şekirava”dan “Nezirava”ya kadar uzanan yolculukta fiziki seyahatin ötesinde zihni bir yolculuğa da çıktım. Biraz ötede, İran tarafında “Mehabad/Mehava” şehrinin bulunduğunu hatırladım. Ondan sonra “Hürremabad”. Biraz ötede, Pakistan’da “İslamabad”, Hindistan’da “Haydarabad”… Hakikati “kefere” fiili gereğince örten batı medeniyeti olmasa “ava/abad” gibi tek bir kelime ile “Şekirava”dan “Haydarabad”a iletişim kurabilecektik diye düşündüm.
Bölgede böyle tek bir kelime ile aralarındaki benzerliği, ortak noktayı gösteren isimlendirmenin çok örnekleri var. Mesela “Van”. Tatvan, Silvan, Şirvan, Erivan, Sevan, Hilvan…ilk aklıma gelenler. Muhtemelen “Van”a göre konumlanışı ifade eden bir isimlendirmedir bu. “Van” Kürtçede “… cı, ci” anlamına gelir. Bir de çatı anlamına gelen “ban”dan geliyor olabilir, Van şehrinin denizden yüksekliği nedeniyle bölgenin çatısı gibi düşünülmüş olması da muhtemeldir.
Bir de Gir(d) var. Ağrı dağına “agirî” yanında Gir(d)î dağ da dendiğini söylemiştik önceki yazımızda. Hatta Yaşar Kemal bir kitabında “Girit dağı” dendiğini söyler. Tabi üstadın Kürtçesi bunun “gird” olduğunu bilmesini sağlayacak kadar iyi değildi. Gir(d) Kürtçede dağ/tepe/yükselti demektir. Krapêtê Xaço bir stranında “karwan derbû ji pala girda” (kervan göründü, tepelerden, yükseltilerden) diyor. Bölgede “Gird” kelimesiyle biten birçok yerleşim birimi var: Malazgird, Mazgird, Arapgird, Elaşgird…gibi. Bu isimlendirmeler de muhtemelen Gir(d)e (dağa) göre konumlanışı ifade ediyor. Nitekim birkaç gün sonra Kürtçede kaya anlamına gelen “zang” kelimesiyle biten bir köy silsilesinden geçmiştik. Zagz(a)ng (kaya çizgisi), Hevirzong/Hevirzang (kaya çevresi), kanza(n)g (kaya pınarı) diye dizilmişlerdi kayaya yazılmış yazıtlar gibi.
Batı medeniyetinin “kefere” nitelikli örtmesi ile toprağa, suya, nisyana gömdüğü isimlerimiz ortaya çıkarsa kim bilir ne anlamlar dünyası açılacak (fetholacak) .
Kısacası, İslam medeniyetinden söz etmek için önce batı medeniyetinin dayattığı isimlerin altına “kefere” tarzıyla baskıladığı, gömdüğü kendi isimlerimizi bulmamız, üzerlerini fethetmemiz gerekir. O zaman Patnos ovasından İran platolarına kadar “bizim” olduğundan söz edebiliriz.
Tabi, “biz” “bizim” miyiz diye sormak için de “fetehe” ile açılmış bir beyin gerekir.