Tevfik Seyf
Suudi yazar ve düşünür
TT

İnsanı tanımak: Hem bencil hem halife…

Geçen haftaki yazımda nakil ile akıl/bilim arasındaki ilişkinin doğru bir şekilde tartışılmasının, “insanın dindeki konumu” gibi karmaşık bir soruyla başlaması gerektiğinden bahsetmiştim.
Aklın nakil karşısındaki konumunu ya da bizzat aklın rolünü tartışmak için hazırlanması gerekli zemin olması açısından bu sorunun sorulması kaçınılmazdır.
Bu, dini ilimlerin yalnızca zaman zaman ya da geçiştirme tarzında ele aldığı bir konudur. Bu nedenle mevzuyu gizli bir faktör olarak değerlendirdim ve onun ihmalinin akıl ile nakil veya bilim ile din arasındaki ilişki tartışmasının karmaşıklığına katkıda bulunduğunu iddia ettim. Ardından insanın dindeki konumu meselesini üç unsurla ilişkili olarak ele aldım.
Birincisi, insanın fıtratıdır ki, buradaki temel soru bu fıtratın iyi mi yoksa kötü mü olduğudur.
İnsanlar yalnız bırakıldığı takdirde savaşıp toprağı ve nesilleri yok mu ederler?
Yoksa kötülüğü savuşturmak ve ilişkileri düzenlemek için iş birliği mi yaparlar?
Fakat fıtratın akıl ile nakil arasındaki ilişki tartışmasındaki yeri nedir?
Bu sorunun cevabı, aklın rolünü reddedenlerin tekrarladığı argümanlarda ortaya çıkar.
Kıymetli okurlarımın çoğu konuyla ilgili tartışmalardan haberdardır. Bu argümanların odağında, kişinin davranış ve düşüncesini kontrol eden öznel eğilimler yer alır. Bu, insanın genel bir özelliğidir, çünkü oluşumunun bir parçasıdır.
Elbette burada bencil eğilimler arasında derecelerin olduğunu belirtmek gerekir. Thomas Hobbes'un tasvir ettiği gibi, herkesin herkese karşı bir kavgaya veya savaşa tutuştuğu ya da doğruluk üzerine ittifak etmemelerine rağmen barışa meyilli bir topluluk ile karşılaşabilirsiniz.
Bu bakış açısına göre insan, akıl haricinde bir referansa dayanmadan güven veren değer yargıları oluşturacak nitelikte değildir. Başka bir deyişle akıl, kendisine yaslanacağı ve sonra eylemlere uygulayacağı değerleri türettiği bir dayanağa muhtaçtır.
Burada karşımıza iki boyut çıkar ki özü şudur: İnsan aklı ne kadar bilgili olursa olsun, insanın doğası olan kusurlulukla lekelidir. Duygu ve içgüdüler, insanın özünü teşkil eden bencil eğilimi pekiştirir.
Dolayısıyla, yaratıcısının adına hüküm koyma yetkisini insan aklına vermek doğru değildir. Doğru alternatif şeriatın kaynağına, yani Kur’an ve Nebî’ye bağlı kişileri dinlemektir ki, onlar Nebî’nin Rabbi’nden aldığını bize ulaştıranlardır.
İnsan aklına gelince, dünyevi işlerin idaresinde kullanılması kafidir.
Peki, bu görüş sahiplerinin karşıt görüşün delillerini tamamen ortadan kaldıracak kesin delilleri var mı? Aslında yok. Bir an için, insanın kusurlu bir tabiata ve şeytani meyillere sahip olduğunu söyleyenlerle aynı fikirde olalım. Sonra insanların kendileriyle ve Rableri ile olan tecrübelerine bakalım.
Burada ilk olarak, savaşan ve bozgunculuk çıkaran insanların, aynı zamanda dünyayı imar eden ve maddi, manevi ve bilişsel düzeyde ilerleten kimseler olduklarını göreceğiz.
Bir de Allah’ın (bencil) insanları sürekli olarak (kusurlu) akıllarını kullanmaları yönündeki çağrılarına bakalım.
Bu çağrılarda bir yanlışlık mı var? Yoksa, bencilliği ve kusurlu aklıyla bu insanın ilahi mesajlara muhatap olmuş doğal bir varlık olduğu mu anlatılıyor?
Oysa Yaradan, meleklerin itirazına rağmen insanı yeryüzünde halifesi kılmıştır.
Aslında, insanın kusurlu aklının ve bencil eğiliminin Yaradan'ın kullarına ‘kemâle ulaşma’ emri için bir gerekçe olduğunu tartışmak istiyorum. Aksi taktirde dinlerin hiçbir gerekçesi olmazdı.
Fakat bunu başka bir zamana erteleyelim.