Arz-ı mev‘ûd, Allah’ın Hz. İbrâhim’e ve onun soyundan gelenlere vermeyi vaad ettiği yer için kullanılan bir kavramdır. Siyonistlerin genişlemeci politikalarının ideolojik temeli ağırlıklı olarak buna dayanmaktadır. MS 70 yılında Romalılar tarafından bölgeden sürüldükten sonra yaklaşık 2000 yıl uzak kaldıkları kutsal topraklara dönüş mücadelesini hiç bırakmamışlar, diaspora dönemlerinde hep kendilerine vaat edilmiş topraklara dönme hayaliyle yaşamışlardır.
Yahudiler kendilerini Filistin’in en eski yerleşik toplumu olarak kabul etmektedirler. Ancak Kenan diyarı olarak da isimlendirilen bugünkü Filistin topraklarının coğrafi tarihi incelendiğinde en eski Arap kabilesi olduğu kabul edilen yarı efsanevî göçebe Sâmî topluluk olan Amâlika halkının o bölgenin ilk yerleşik toplumu oldukları görülür.[1] Yahudiler bu toprakların en eski yerleşik toplumu değildir. Milâttan önce III. binyıldan itibaren yine Sâmî kavimlerden Ken‘ânlılar ve daha çok sahil kesimlerinde Fenikeliler, arkalarından da Ârâmîler görülmeye başlar. Çeşitli bulgular, Kudüs şehrinin Ken‘ânlılar’ın bir kolu olan Yebüsîler’ce kurulduğunu göstermektedir.[2]
Yahudilerin Filistin’i işgal hedefi, 1900’lü yılların başına uzansa da 1948 yılında İsrail bağımsızlığının ilan edilmesiyle işgal süreci hızlanmıştır. Yahudilerin bu hedefi her ne kadar dinî temele dayansa da Siyonizmin de etkisiyle siyasi ve politik bir şekle bürünmüştür.
Arz-ı mev‘ûd tabiri Kur’ân-ı Kerîm’de geçmez, ancak Hz. İbrâhim ve Lût’un “bereketli kılınmış” bir diyara ulaştırıldıkları anlatılır.[3] Tefsirlerde, bereketli kılınan yerin Filistin bölgesi olduğu kanaati ağır basmaktadır. Hz. İbrâhim, yeğeni Lût ile birlikte Filistin’e göç etmiş, her ikisi de bu yörede inkârcılıkla mücadele ederek tevhid inancını yerleştirmeye çalışmışlardır. Yine Firavunların baskısı altında yaşayan İsrâiloğulları’nı Mısır’dan çıkarmakla görevlendirilen Hz. Mûsâ, “Ey kavmim! Allah’ın sizin için yazmış olduğu arz-ı mukaddese giriniz ve arkanıza dönmeyiniz; sonra hüsrana uğrayanlardan olursunuz”[4] demiştir. Bu vaad karşısında İsrâiloğulları “Ey Mûsâ! Orada zorba bir topluluk var, onlar oradan çıkmadıkça biz oraya asla giremeyiz. Ama oradan çıkarlarsa biz hemen gireriz.”[5] dediler. Görüldüğü üzere Hz. Mûsâ, Allah’ın kendileri için vaad etmiş olduğu bu kutsal yurdu fethedip oraya girmelerini emretmesine rağmen İsrâiloğulları kendilerini Firavun’un zulmünden kurtarmış olan Hz. Mûsâ’ya karşı çıkmışlar, hatta küstahlaşarak Hz. Mûsâ’nın, rabbi ile birlikte gidip düşmana karşı savaşmasını istemişlerdir. İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ’ya itaat etmeyip düşman üzerine gitmedikleri için kırk yıl yersiz yurtsuz dolaşmaya mahkûm edilmişlerdi. Yüce Allah bu topluluğu yoldan çıkmış (fasık) bir kavim olarak nitelemiştir. Sonraki nesilden salih kimseler, Nûn oğlu Yûşa‘ (Yeşû‘) zamanında Filistin’e yerleşme imkanı buldular.
Şunu hemen ifade etmek gerekir ki vaad öncelikle Hz. İbrâhim’e yapıldığına göre, bu vaad bir hak doğuruyorsa, İshak soyundan gelen Yahudiler kadar İsmâil neslinden gelenlerin de o topraklarda hakkı vardır. Yahudilerin bu vaadi kendilerine hasretmeleri çarpık bir zihniyetin sonucudur. Diğer bir ifadeyle kendilerini üstün ırk, Allah’ın oğulları ve sevgili kulları olarak görmelerinden dolayıdır.[6] Yüce Allah bu iddialarına cevaben “Doğrusu siz de O’nun yarattığı sıradan insanlarsınız. O, dilediğini bağışlar, dilediğini de cezalandırır... ”[7] buyurur.
Daha da önemlisi Yüce Allah bu vaadi şartlara bağlamıştır. Kur’ân’da “arz”a belli ırklara mensup olanların değil “sâlih kullar”ın vâris kılınacağı ve bu ilâhî kanunun Zebur’un da hükmü olduğu bildirilmiştir.[8] Salih kulların en temel özelliği Allah’a verdikleri sözleri tutmaları ve O’na itaat etmeleridir. Kur’ân, Yahudilerin Allah’ın emirlerine boyun eğmediklerinden, yapılan ahidleri yerine getirmediklerinden, hatta Allah’ın elçilerini öldürüp fesat çıkardıklarından ve bu davranışlarından dolayı Allah’ın gazabına ve lanetine uğradıklarından bahseder. Hz. Peygamber (sav) döneminde Benî Kurayza ile “Medine herhangi bir taarruza uğradığı zaman bütün topluluklar müdafaa için birbirine yardımcı olacaklar” şeklinde anlaşma yapılmasına rağmen anlaşmaya sadık kalmayarak Müslümanları arkadan vuran bir topluluğa elbette “salih kullar” denilemez.
Bu şartlar sadece Kur’an’da zikredilmez, Tevrat’tın Yeremya kısmında “Eğer yaşantınızı ve uygulamalarınızı gerçekten düzeltir, birbirinize karşı adil davranır, yabancıya, öksüze, dula haksızlık etmez, burada suçsuz kanı akıtmaz, sizi yıkıma götüren başka ilahların ardınca gitmezseniz, burada, sonsuza dek atalarınıza vermiş olduğum ülkede kalmanızı sağlarım.”[9] ifadeleri vardır.
Masum çocukları katleden, anneleri şehit ederek evlatları yetim bırakan, hastane bombalayan, mabetleri yıkan, sivillerin sığındığı okul binalarını yerle bir eden, ambülansları hedef alan siyonistlere vaad edilen tek şey ebedi olarak cehennemde kalmaktır.
Tarih göstermektedir ki “salih kullar” eninde sonunda kazanır. Zalim hükümdarlara ve güç odaklarına karşı mücadele eden peygamberler ile onların salih ümmetleri her zaman kurtulmuşlardır. Dini hükümleri pervasızca çiğneyen zalimler mağlûp veya helâk olarak tarih sahnesinden silinmişlerdir.
[1] Bk. Sargon Erdem, Amâlika, TDV İslâm Ansiklopedisi, 3/442.
[2] M. Lutfullah Karaman, Filistin, TDV İslâm Ansiklopedisi, 13/89.
[3] Bk. el-Enbiyâ 21/71.
[4] el-Mâide 5/21.
[5] el-Mâide 5/22.
[6] el-Mâide 5/18.
[7] el-Mâide 5/18.
[8] el-Enbiyâ 21/105
[9] https://kutsalkitap.info.tr/?q=Yer.7