Muhammed Rumeyhi
Araştırmacı yazar, Kuveyt Üniversitesi'nde Sosyoloji profesörü...
TT

Davayı ve insanlarını nasıl canlı tutabiliriz?

Bu cevaplanamayan bir soru ve yarım asırdan fazla bir süredir soruluyor. Zira yoğun siyasi eğitim nedeniyle hâlâ dile getirilemiyor, hatta tabu haline gelmiş. Ayrıca bu konuya yaklaşmak, bir “fikri terörizm”e yaklaşmak gibi. Bunu düşünen herkes “sürüden ayrılmış” sayılıyor.

Bu soruya kesin bir cevabım yok, ancak bu konu hakkında düşünmenin nedenlerini ana hatlarıyla belirtmeye çalışacağım. Makalenin sonunda da cevap bulmaya çalışmak için kabataslak bir metodoloji sunacağım.

Başlamadan önce izin verirseniz size kısa bir hikaye anlatacağım. Geçtiğimiz hafta, bir İngiliz şehrindeki açık hava tiyatrosunda halka açık bir konser düzenlendi ve şarkıcı, konser sırasında “İsrail Savunma Kuvvetleri’ne ölüm” ifadesini kullandı. Ardından “cehennemin kapıları” açıldı. İngiltere Başbakanı ve onlarca Parlamento üyesi bu olayı kınadı. Olay, İngiliz ve uluslararası medya kuruluşları tarafından kapsamlı bir şekilde ele alındı. Başrolde İngiliz Yahudi Cemaati'nin başkanı vardı. Sunucuların sorduğu tüm sorularla birlikte, hiç kimse Gazze'deki çocuklardan bahsetmedi. Sonra İngiliz polisi de olaya dahil olarak adli soruşturma başlattı. Sonunda, müzik grubunun tüm üyelerinin ABD'ye giriş izinleri iptal edildi.

Burada mesele şu, Gazze'de çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürüldüğü yaklaşık iki yıllık planlı soykırıma rağmen, dünyadaki çoğu başkentte, hatta hepsinde, bunu açıkça kınamaya yönelik ciddi bir hareketlenme olmadı. Ama bir şarkıcının söylediği dört sözcük medyayı ve siyasi çevreleri harekete geçirdi. İşte bu güç dengesidir!!! Bu bir örnek ve bunun gibi daha birçok örnek var!

Ne Çin ne Rusya ne de başka herhangi bir büyük ve etkili başkent, Gazze'de olanları aktif olarak “organize cinayet” olarak sunmuyor veya İsrail'in BM Sözleşmesi’nin 7. Bölümü uyarınca cezalandırılmasını talep etmiyor! Mevcut olan tek şey: “Üzgünüz ve umuyoruz!” ifadeleri.

On yıllardır süren ve herkesin bitkin düştüğü bir çatışmayla birlikte makalenin başındaki soruya gelelim. Savaş araçlarının benzer olduğu Moğol istilaları gibi Doğu'dan gelen birçok işgali püskürten Mısır, sonunda soğuk barışa dayandı. Seçkinlerinin bir kısmı, Mısır'ın ekonomik sorunlarının çoğunun 1967 savaşının sonuçlarından kaynaklandığını söylüyor. Ürdün de şehirlerini kurtaracağını bildiği için soğuk barışa yöneldi. Benzer şekilde, Suriye’de halkın büyük çoğunluğu bitkin, Lübnan halkının çoğu bitkin, Irak halkının çoğu bitkin, Yemen ve son olarak, savaşların karmaşık sorunu çözmediğini gören İran’da halkın çoğunluğu bitkin. Yeni olan ise İsrail halkının çoğunun da bitkin olması.

Başka bir büyük sorunumuz daha var: Filistinlilerin siyasi bölünmüşlüğü. Geçtiğimiz on yıllar boyunca taraflar, farklılıkları saygı temelinde ele alan, kurallar koyan ve uzlaşma yolunda ilerleyen bir yaklaşıma ulaşmada başarısız oldular.

Çatışmaya dahil olan ülkeler, İsrail de dahil olmak üzere, ekonomik olarak zayıfladılar ve siyasi pozisyonları dağıldı. Demek istediğimiz çatışma, İsrail gibi bir taraf üstün olsa bile, savaş yoluyla çözülemez. Nitekim İsrail, İran'ı yenemedi ve küçük coğrafi alanına ve ölüm makinesinin büyüklüğüne rağmen Gazze'yi kontrol edemiyor.

Bu nedenle, farklı bir yaklaşım düşünmek gerekiyor. Bu yaklaşım, yüzyılın başında, merhum Kral Abdullah bin Abdulaziz'in girişimiyle Araplar tarafından düşünüldü ve sunuldu: “Barış karşılığında toprak”. Ancak, İsrail'deki bazı taraflar ile Araplar arasındaki bazı taraflar, anavatanların ve insanların kaybı, devletlerin çöküşü ve toprak kaybı gibi yıkıcı kayıplar açıkça ortaya çıkana kadar bu girişimi kabul etmeyi reddettiler.

Şimdi, dünyada “artık yeter!” düşüncesi büyüyor. Önümüzde iki yol var; ya küresel güçleri seferber eden, davayı ve halkını koruyan iki devletli çözüm için net bir planla yeni bir yaklaşım benimseyeceğiz. Yahut daha önce yaptığımız gibi, Rogers Girişimi'nden sonra “ret cephesi” ya da direniş ekseninin benimsediği sloganlara benzer aşırılıklar ve sözlü savaşlar yolunda yürüyeceğiz. Bunlar ise kamuoyunun duygularını harekete geçirmiş olsalar da yalnızca yıkıma yol açmış sloganlardır.

Yukarıda sunduklarımızın nihai olduğunu söylemiyorum, ancak silahlı çatışmadan kaçınan, bunun yerine silahlı çatışmadan daha zor olan ve iki kat cesaret gerektiren siyasi çatışmayı benimseyen yenilikçi bir plan, bir “B planı” düşünmemiz gerektiğine inanıyorum. Sanki bunu belirlemek davayı bitirecekmiş gibi, şu anda siyasete ve medyaya hakim olan -kim kazandı ve kim kaybetti- meselesidir.

Son olarak, Winston Churchill'in “Cesaret ayağa kalkıp konuşmaktır ve cesaret aynı zamanda oturup dinleyebilmektir!” dediği aktarılır.