Hazım Sağıye
TT

Bir kez olsun, içinde bulunduğumuz koşulları gerçekten olduğu gibi düşünüyor muyuz?

Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı Devleti yıkılınca Ortadoğu bölgesi iki ihtimalle karşı karşıya kaldı: İngiliz ve Fransız mandalarının bize taşıdığı ulus-devletleri kabul etmek ya da bölgedeki grupları ve halkları kapsayan ve bu sefer Osmanlı değil Araplık bağı ile birbirine bağlayan bir devlet kurmayı denemek.

Gerçekten de Şam'da İngilizlerin açık ve deklare edilmiş desteğine dayanarak bir Prens Faysal bin el-Hüseyin yönetimi deneyimi yaşandı. Ancak bahsi geçen deneyimi Fransız ordusu Maysalun Savaşı’nda sona erdirme görevini yerine getirmeden önce, kendi bedbahtlığı ve çaresizliği, Birinci Dünya Savaşı sonrası uluslararası düzenlemeleri yeterince anlamaması sonunu getirmişti.

Bölge tarihindeki bu tehlikeli dönemeçte, Ortadoğu’nun elitleri, ülkeleri için herhangi bir alternatif vizyon netleştirmeden, Avrupa manda yönetimlerini kınayan muhalifler ile yeni gerçekliği kabul eden ve yabancı manda yetkilileriyle iş birliği yapanlar şeklinde bölünmüşlerdi. Ancak küçük istisnalar dışında, bu kabulcüler de eski dili bu yeni gerçekliğe bağladılar. Haşimi deneyimi sözlüğünden “Arap vatanı” ifadesini ödünç aldılar. 19. yüzyılın sonlarında gerçekleşen Alman ve İtalyan birliği sözlüğünden ve onların Osmanlı taraftarlarından ise arzu edilen Arap birliğini tanımlayan "milliyetçilik" ve "ulus" terimlerini alıntıladılar.

Böylece yeni vatanlar, onları kabul edenler tarafından bile kendilerine eşlik etmesi ve yan yana yürümesi gereken kültürden mahrum bırakıldılar. Suriye devlet başkanı Şükrü el-Kuvvetli'nin, yabancı güçlerin Suriye'den çekildiği 17 Nisan 1947 günü söylediği “ülkemizin bayrağının üzerine Arap birliği bayrağı dışında herhangi bir bayrak çekilmeyecek” sözü meşhurdur. Lübnan başbakanı Riyad el-Sulh, “Suriye'nin birliği” talebinden Lübnan ve Lübnanlılığa geçiş yapıp, buna uyum sağlamak için muazzam bir çaba sarf etse de, altmışlı ve yetmişli yıllarda, Lübnan devleti ile Filistin devrimi arasında imkansız bir uzlaşmanın mümkün olduğunu vurgulayan yapılar çoktu.

Bütün bunlarla birlikte Maşrık siyasi düşüncesine, nostaljinin ağırlığı ve alışkanlığın gücüyle harmanlanmış bir başarısızlık da eşlik etti. Bildiğimiz gibi böyle bir anlam ve kavram harmanı orduyu iktidara taşıyan en etkili lokomotiflerden biriydi. Askeri iktidarlar “birlikçi” Baas Partisi tarafından altmışlı yıllarda Suriye ve Irak'ta zirveye taşındı.

Bu zamanlar geçip gitti ama bir şey geçmedi, o da bölgenin cehennemin ortasına girip orada kalması.

Bugün, devletlerin dağılımının damga vurduğu mevcut durumla, bir yüzyıl önce devletlerin ortaya çıkışıyla başa çıktığımızdan daha iyi başa çıkamıyoruz. Maşrık ülkelerinde tanık olduğumuz ve Yemen, Libya, Sudan gibi Maşrık dışındaki ülkelerin de tanık olduğu, değişen yoğunluktaki çatışma veya savaşlar, şiddeti durdurma, nefreti kontrol altına alma ve geleceğe makul bir yol açma konusunda herhangi bir yararlı öneri veya fikirle karşılanmıyorlar. Yine şu veya bu nedenle bölgeyle ilgilenen uluslararası arabuluculuklar ve bize haritalar çizen başkaları görülüyor. Bu ülkelerin bazıları yabancılar tarafından işgal edilirken, biz kendi vatanımızda başkalarının vatanındaki bir misafir veya turist gibi davranmaya devam ediyoruz.

Gerçek şu ki, bu olumsuz davranışın sebeplerinden biri halkımızın onlarca yıldır siyasetin dışında kalması ve kamu meselelerini düşünmemesidir. Öyle ki, gerçekliğe müdahale etme yeteneğimizden geriye sadece gözlerini kırpmadan bize dikmiş “komploya” lanet okumak kaldı. Bir diğer neden ise komplocu düşünceden çok da uzak olmayan ortak siyasi kültürdür. Bu kültüre göre, çatışmalarımızı mezhepsel ve etnik çatışmalara “dönüştürüp” onları sözde özgürlükçü özünden saptıranlar bulunuyor. Bu "dönüşümün" defalarca ve birbiri ardınca başka ülkelerde başarılı olduğu gerçeğine gelince,  gerçeği inkar etmeye sıkı sıkıya bağlı olanlar bu konu üzerinde hiç durmazlar. Bu inkarın birçok biçimi var ve siyasi sistemler, partizan doktrinler, sınırları aşan davalar ve son olarak dini destekleme her zaman devlet ve toplum bütünlüğünün yoksun kaldığı bir dikkat ve odağın ortasında oldular. Yahut devlet ve toplum bütünlüğü çoğu zaman sistemin, inançların, konuların ve dinlerin mekanik bir sonucu olarak görüldü.

Bugün bizi bu korkunç öz ihmale sürükleyen göz ardı edilmesi zor siyasi ve sosyal faktörler var. Bunların arasında, zayıf bağışıklıkla veya öngörü eksikliğiyle karşı koyduğumuz İran stratejik projesinin azmi ve ısrarı da var. İran projesinin ülkelerimizin içlerine ve sınır bölgelerine yönelik niyetlerinin artık gören herkesin görebileceği kadar aşikar olduğu biliniyor. Aynı zamanda ülkelerin ulusal haritalarını bozan, sakinlerinin zaten zayıf olan homojenliğini daha da zayıflatan bir dağınıklık ve ayrılık söz konusu.

Fikir cephesinde de her zaman tek neden sahipleriyle karşı karşıya kalıyoruz. Bu neden belirli bir sistem olabileceği gibi belirli bir kültür de olabiliyor. Ancak bu sistem veya kültür kökleştirilmiyor, aynı halkları yerle bir etmeyi başaran kesişimleri gözlemlenmiyor ki can alıcı nokta da budur.

Halklara sebepsiz yere büyüklük atfeden popülistlerin iddiasının aksine halklar da hastalanabilir. Bugün halklarımız çok hasta ve hastalıklarının belirtilerinden biri de işe yarar tek bir fikir ya da öneri üretememeleri ya da yapmak istememeleridir. Hem de düşünülmesi gerekenin o halkların yaşamı ve ölümü kadar önemli olduğu bilindiği halde.